KIYMETLİ DOSTLAR 9 EYLÜL ÜNİVERSİTESİNDE YÜKSEK LİSANS SEMİNER KONUSU OLARAK İŞLEDİĞİM jön Türkler İSİMLİ ÇALIŞMAMI BİLGİ PAYLAŞIMI AMACIYLA SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTEDİM....
MART 2007
9 EYLÜLÜNV.
ERDAL İNCE
İÇİNDEKİLER
JÖN TÜRKLER VE JÖN TÜRK DEVRİMİ :………..………………………………2
GENÇ OSMANLILARIN JÖN TÜRKLERE ETKİSİ:……………………………..12
İKİNCİ MEŞRUTİYET:…………………………………………..………………….14
31 MART OLAYI:……………………………………………………………………...16
KAYNAKÇA:…………………………………………………………………………18
JÖN TÜRKLER VE JÖN TÜRK DEVRİMİ :
Jön Türkler Osmanlı İmparatorluğunda Meşrutiyetin tekrar ilan edilmesindeki hareketi geliştiren gruba verilen isimdir. Bu hareketi düzenleyen kişilerin, devrimci ve ilerici kişiler olması sebebiyle, Jön Türkler olarak adlandırılmaktadırlar
Jön Türk terimi ilk defa Genç Osmanlılar için yabancı basın tarafından kullanılmıştı. II. Abdülhamit’e muhalefet edenler II. Jön Türk hareketi olarak tanımlanmıştır.Meşrutiyet tarihimizde ve dar anlamıyla Jön Türk teriminden, Birinci ve İkinci Meşrutiyetleri hazırlayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nda muasır ihtiyaçlara göre ıslahat yapılmasını isteyen inkılapçılar yahut ihtilalciler kastedilmektedir.
Abdülhamit’in hükümdarlığı boyunca imparatorluk içinde ve dışında çeşitli protesto grupları oluşturan liberal grup Avrupa’da “Jön Türkler” adı altında birleştiler.
“Yeni Osmanlılar” veya “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların verdikleri Fransızca “Jeunnes Turcs” adıyla meşhur oldular. Bu tabir, umumî olarak, o yıllarda Avrupa’da politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı gençlere veriliyordu. Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık Kemal ve Ali Suavi tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur.
II. Abdülhamit yönetimine karşı başlıca üç kaynaktan gelen hareket doğmuştur.Birincisi, yüksek öğretim kurumlarında -özellikle Tıp ve Harp okullarında- gençler arasında başlayan gizli cemiyet kurma akımı; ikincisi Paris, Cenevre, Kahire gibi merkezlerde bir araya gelen aydın gruplaşmaları ve üçüncüsü, üyelerinin çoğu subaylardan olmakla birlikte ordu dışındakileri de içine alan gizli komiteler ve cuntalardır.
İ.T. Cemiyeti’nin 1908’e kadar yirmi yıla yaklaşan oluşma süreci içinde, Jön Türklerin çoğu yurt dışında, çeşitli adlar taşıyan örgütler kurmuş, türlü yayın organları çıkarmış, bazen birbirleriyle çatışmış, bazen uzlaşmışlardır. Bu gruplar arasında, Ahmet Rıza’nın Meşveret çevresi, Mizan’cı Murat grubu, Doktor Abdullah Cevdet’in İçtihat’ı, Tunalı Hilmi ve arkadaşlarının Osmanlı’sı ve Prens Sabahattin’in “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet” örgütü anılabilir. Bunların en önemlileri olan birincisi ve sonuncusu, kurtuluşun aslında bir padişah değiştirmek ve bir temel yasayı yürürlüğe koymaktan daha derin etkilere bağlı olduğunu fark etmişler, ancak bu iki noktanın bir ön mesele olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Jön Türkler çeşitli yerlerden Avrupa’ya gelmişler, Muhalefetliklerini çeşitli yollarla açıklıyorlardı.Bunların çoğu Abdülhamid’in akademilerinden, Galatasaray Lisesinden, Harp Akademisinden, Mülkiyeden ve Askeri Tıp Okulundan mezun olmuş kişilerdi. Jön Türklerin çoğu da Mithat Paşa’nın sadrazamlığından ve Kanun-i Esasinin kaldırılmasından düş kırıklığına uğramış Genç Osmanlılardı.Bunlar Paris ,Londra, Cenevre, ve Bükreş’in işgalinden sonra Mısır’ gitmişler, Düşüncelerini Paris’te Lübnanlı bir Maruni olan 1877 meclisi üyelerinden Halil Ganim’in bastığı ‘La Jeune Turquuie’ adlı broşürlerde yayınlamışlar ve hareket de adını buradan almıştır.
İ.T. hareketinin geniş ölçüde yurt dışında üstlenmiş bir aydın muhalefetinden, ordu subaylarının benimsedikleri, sonuç alıcı bir darbeciliğe dönüşmesine, Makedonya sorunu neden olmuştur. Dış baskılar sonucu, elde kalan son Avrupa topraklarının da ıslahat yapılamadığı bahanesiyle yitirileceğini kavrayan genç subaylar, kendi mesleki yakınmalarından da hız alarak Jön Türklerin yurtiçi örgütlerine egemen olmuşlar ya da kendileri de aynı çizgide örgütlenmeye girişmişlerdir.
II. Abdülhamit yönetimine muhalefet eden bütün cemiyetlerin hepsi Jön Türk olarak adlandırılmıştır.Ancak tam anlamıyla batıdaki anlamına uymuyordu ve hepsinin farklı görüşleri olmakla beraber tek bir amaç vardı;II. Abdülhamit idaresini yıkmak.Yıkılan rejim yerine tekrar meşrutiyet idaresi getirilecekti.Fakat bu rejim nasıl organize edilecek, Anayasa prensiplerinin mahiyeti ne olacak bunlar kesin belli değildi.Hedef II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesiydi.Jön Türkler Osmanlı milliyetçisiydiler.İttihat-ı Anasır politikası izlemişlerdir.
Jön Türklerin ortak felsefesi değil, ortak endişeleri vardı, o da Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu bilinmez bir uçuruma doğru yuvarlanmakta olduğuydu.Jön Türklere göre, Osmanlı ülkesinde yaşayan etnik gruplar arasındaki kaynaşmanın bir türlü dindirilememesinin başlıca sebebi Avrupa Devletleri’nin azınlık haklarını ileri sürüp Türkiye’nin içişlerine karışmalarıdır.Batı Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayıp işgal etmek amacındaydı ve bu amaçla, etnik gruplara muhtariyet istemekte ve onlar lehine ıslahat yapılmasını tavsiye etmektedir.Osmanlı halklarını birbirine kırdıran ise; II. Abdülhamit ve onun istibdadı ve izlediği dış politikadır.
Jön Türkler bütün olumsuz olayların suçlusu ve hedefi II. Abdülhamit’i görmüşlerdir.Bu kötü durum karşısında “Bu vatan nasıl kurtulur?” sorusuyla çare aramaya başlamışlardı. Meşrutiyetin ilanıyla bütün tebaanın din, ırk ve millet farkı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacağından ve bütün etnik gruplar parlamentoda temsil edileceğinden ayrılıkçı akımlar şiddetini kaybedecek ve Osmanlı Devleti dağılma tehlikesinden kurtulacaktı.
Jön Türklerin tek ortak noktaları II. Abdülhamit yönetimini yıkmak ve meşrutiyeti ilan etmekti.Bu amaçlarına ulaşmak için başvuracakları yöntemler konusunda ihtilafa düşmüşlerdir.
Türkiye’de,anayasal bir devrime yol açan Temmuz 1908 ve Nisan 1909 hareketlerinin patlak vermesinin karmaşık ve çeşitli nedenleri vardı.Bunlardan en önemlisi,Sultan Abdülhamit yönetimindeki Saray’ın egemenliğiydi.İktidar Osmanlı siyasetine ilişkin belli başlı kararları alan ve Saray çevresinde kümelenmiş küçük bir grubun tekelindeydi; ancak sadrazam ve nazırlar keyfi olarak değiştirebildikleri için, bu durum, istikrar ve süreklilik anlamına gelmiyordu.Abdülhamit’in saltanatı sırasında 28 sadrazam gelip geçmişti.Entrika , hile ve rüşvetin kol gezmesi, yönetimin etkisizliği ve istikrarın kesin yokluğu gibi apaçık kusurların dışında bu sisteme yöneltilen esas eleştiri, siyasal yaşama çok küçük bir azınlığın katılmasına fırsat tanımasıydı.Yeni güçlerin doğmakta olduğu bir zamanda bu durumun karışıklığa yol açması kaçınılmazdı.Gerçekten sistemin muhalifleri yavaş yavaş saraya karşı birleşti; buhran patlak verdiğinde, Sultan, kendisini tecrit olmuş ve herhangi bir yabancı güçten, destek isteyemeyecek durumda buldu.
Sistemin en açık ifadesini ülkenin mali durumunda bulan verimsizliği, ordu ve yönetimde hoşnutsuzluğa yol açmıştı.Sultan’ın despotluğunun aracı haline gelen ihbarcılık ağının moral bozukluğuna yol açtığı bu iki kesimde de birlik duygusu kaybolmuştu.Büyük devletlerin saldırgan ve emperyalist ihtirasları ise durumu daha da kötüleştiriyordu.İngiltere ve Rusya’nın, daima karışık bir bölge olmuş Makedonya’ya müdahale ederek bu eyaleti Sultan’ın denetiminden koparacağı korkusu vardı.İngiliz Kralı ve Rus Çarı’nın 1908 Haziran’ında Reval’deki buluşmaları, bu korkuyu haklı çıkarmış gibi göründü ve bu da devrimci hareketin hız kazanmasına yol açtı.
Bunlar, devrimin zeminini hazırlayan olumsuz etkilerden bazılarıydı.Olumlu yanda ise Genç Türklerin , Japonya’nın reform ve ilerleme örneğinden ve Komşu Rusya ile İran’ın Anayasal rejimler kurma girişiminden güç alıyorlardı.Uzun süredir içten içe hazırlanmakta olan devrim 3 Temmuz 1908’de patlak verdi ve 1878’den beri askıya alınmış olan 1876 Anayasası’nın (Kanun-i Esasi) yeniden yürürlüğe konması talebinde somutlaştı.Abdülhamit, bu isteğe 23 Temmuz’da boyun eğerek parlamentonun Kanun-i Esasiye uygun olarak toplanacağını ilan etti.Devrimin siyasal aşaması sona ermişti ama, daha köklü değişiklikler için mücadele yeni başlıyordu.
Jön Türk hareketinin ilk habercilerini, III. Selim’in başlattığı, sonra da haleflerinin sürdürdüğü ıslahatlarda (reformlarda) bulmak mümkündür. Bu hareket, Sultan’ın ilk resmi Anayasa’yı ilan etmek zorunda kaldığı 1876 yılında doruğa ulaşmıştı.Ne var ki, reformcuların başarısı geçici olmuş; kendilerinin tahta geçirdiği Abdülhamit, 1878’de parlamentoyu dağıtarak ve Anayasa’yı rafa kaldırarak durumu tersine çevirmeyi başarmıştı. Bu gerilemeye karşın, hareket, ortadan silinmedi.Sürgündeki reformcular anayasa idealini canlı tuttular. Siyasal alanda statüko değişmeden kalsa bile, İmparatorluğun sosyoekonomik yapısını yavaş yavaş değiştirmekte olan gelişmeler de harekete yeni bir toplumsal temel kazandırmaktaydı.Sultan, liberal fikirlere düşman olmakla ve bunları kendi otoritesi için doğrudan bir tehdit olarak görmekle birlikte, kurumsal modernleşmenin, kendi durumunu pekiştirmek ve İmparatorluğu güçlendirmek açısından gerekli olduğunu anlıyordu. Bu yüzden, “Politika dışında, Abdülhamit’in saltanatının ilk 15-20 yılı değişme ve reform bakımından yüzyılın başından bu yana herhangi bir dönemin olduğu kadar aktif bir dönemdi...Bütün bir Tanzimat hareketi –hukuk, idare ve eğitim alanlarında reform hareketi- doruğuna ulaşmıştı.”
Abdülhamit reformlarının bir yan ürünü, geleneksel seçkinlerden ayrı ve çıkarları onlarınkine ters olan ve Osmanlı toplumunda çok daha geniş bir temele sahip bulunan yeni bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasıydı. Bu sınıfın temsilcileri de liberalleşme istemekle birlikte, onların talepleri, olayların kısa zamanda ortaya çıkaracağı gibi yalnızca siyasal değişme ile sınırlı değildi. Onlar, İmparatorluğun yalnızca siyasal yapısını değil, toplumsal ve ekonomik yapısını da kendi lehlerine değiştirmek istiyorlardı.
19. yüzyılın son yılında başka bir dikkate değer olay oldu: Sultan’ın ailesinden üç kişi, sürgündeki Meşrutiyetçilerin saflarına katıldı. Sultan’ın kayınbiraderi Damat Mahmut Celalettin Paşa, iki oğlunu, Sabahattin ve Lütfullah’ı yanına alarak Paris’e kaçtı. Bu olay yalnızca muhalefetin moralini yükseltmekle kalmadı, aynı zamanda egemen grubun da kötü yönetimin olası sonuçlarını sonunda görmeye başladığı sanısını uyandırdı.
Abdülhamit’in, 23 Temmuz’daki iyi zamanlanmış tavizi, devrimi varlık nedeninden yoksun bıraktı.Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe konması talebi karşılanmış durumdaydı; üstelik Sultan, nazırları değiştirip yerlerine tanınmış ve dürüst kişiler getirerek Meşrutiyetçilere taviz vermekte daha da ileri gitmişti. Gene de meşrutiyet yönetiminin ilk günlerinde İmparatorluğun durumu iyice karışıktı, yasa ve düzen bozulmuş, yönetim işlemez olmuştu. Devrimin siyasal önderi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetime el koymasının gerekçesi işte buydu. İktidarı ele geçirmek için herhangi bir girişimde bulunulmamıştı; Sultan tahtta bırakılmış ve kendi seçtiği nazırlar aracılığıyla ülkeyi yönetmesine izin verilmişti. Cemiyet’in, devrimi, devlet aygıtına karşı değil, onunla birlikte sürdürmeye çalıştığı anlaşılıyordu, güç ve etkileri arttıkça arzu edilen değişikliklerin kendiliğinden geleceğini umuyorlardı. Yönetimi devralmak için gerekli eğitim ve denetimden yoksundular. Daha da önemlisi, geleneksel olarak böylesine tutucu bir toplumda kendilerini önder olarak kabul ettirebilmek için gerekli olan sosyal statüye bağlı değillerdi. Ayrıca, yeni elde ettikleri gücü nasıl kullanacakları konusunda aralarında fikir birliği yoktu. İçlerindeki bir azınlık bu gücü sonuna kadar kullanmak istiyordu, ama çoğunluk devrimi siyasal aşamadan öteye götürmek hevesinde değildi. Saray’a karşı mücadelesinde devrimi desteklemişlerdi ve artık mücadele sona erdiğine göre İ.T.C.’nin amacına ulaştığı kanısındaydılar, bunlardan birçoğu İttihat ve Terakki’den koparak 1908 Eylül’ünde Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kurdular.
Liberaller, genellikle, Osmanlı toplumunda zengin ve tutucu ailelere mensuptular ve sosyal olarak İttihatçılar’dan daha yüksek bir tabakaydılar. Yönetimde adem-i merkeziyetçilikten ve geleneksel millet sisteminde olduğu gibi etnik grupların fiili özerkliğinden yanaydılar; bu da, İmparatorluğun Türk olmayan nüfusunun onları desteklemesine yol açıyordu. Aynı zamanda, hükümet müdahalesinin en az olduğu serbest bir ekonomik sistemi savunuyorlardı.
Buna karşılık İttihatçılar, 19. yüzyılın son çeyreğindeki reformların ortaya çıkardığı yeni sosyal sınıfın özlemlerini dile getiriyorlardı. Tutuk ve kendine güvensiz olan bu sınıf, esas meslek sahibi olanlardan oluşuyordu: Öğretmenler, avukatlar, gazeteciler, doktorlar, küçük rütbeli subaylar, küçük memurlar ve kentlerde buhran içindeki zanaatkârlar ile tüccarlar. Siyasal değişiklikler bu gruba gerçek bir avantaj sağlamamıştı ve bunlar devrimi daha ileri götürmeye kararlıydı.
İttihatçılar var olan toplumsal yapıyı yıkmak istemeseler bile, statükoyu devam ettirmek niyetinde de değillerdi. Onlar da hiyerarşiye önem veriyorlardı, ama kastettikleri geleneksel olarak yerleşmiş ayrıcalıklar hiyerarşisi değildi. Zamanla yönetici elitin tekelini kırma umudu içinde daha fazla siyasal ve ekonomik katılımı özendirmekle birlikte, uyguladıkları seçim sistemi ve sosyalizme karşı tutumları, kitlelere herhangi bir iktidar tanımaya hazırlıklı olmadıklarını ortaya koyuyordu. Onların isteği, geleneksel kurumlardan bağımsız olarak seçilmiş bir meclisin denetlediği merkezi bir yönetimdi. Bu, din alanı dışında, dini cemaate (millet) ve onun kapsamlı etkisine son verecekti. İttihat ve Terakki Cemiyeti, aynı zamanda, ekonomik reformdan ve özellikle de kamu maliyesinin daha rasyonel bir biçimde örgütlenmesinden yanaydı. Çoğu görüşlerinin esin kaynağını geçmişten almakla birlikte, siyasal ve sosyoekonomik örgütlenmeye ilişkin anlayışları moderndi ve bu da onları otomatik olarak tutucularla karşı karşıya getiriyordu.
Abdülhamit, l Ağustos'ta, iktidarı yeniden ele geçirmek için dolaylı bir girişimde bulundu. Yayınladığı bir Hatt-ı Hümayun ile sadrazamın, şeyhülislamın, Harbiye ve Bahriye nazırlarının atanması hakkını kendine tanıdı. Bu uygulama, 27. maddesi ile Padişah'a, sadrazamı ve şeyhülislamı atama hakkını tanımakla birlikte geri kalan nazırların atamalarını ancak onaylamak hakkını veren 1876 Anayasası'nın ruhuna aykırıydı. Sorun bir anayasa sorunu olmaktan öteydi; söz konusu nazırlıklar son derece önemliydi; çünkü Harbiye ve Bahriye nazırlarını atayan kimse, silahlı kuvvetlerin ve dolayısıyla İmparatorluğun denetimini elinde tutardı, Babıâli ve Cemiyet tehlikeyi sezdiler ve onların müdahalesi sonucu 10. madde geri alındı; kabahat, Hattın ilk taslağını hazırlamış olan Sadrazam Sait Paşa'ya yüklendi ve kendisi istifa etmek zorunda bırakıldı.
Bu sonuçsuz girişimden sonra Sultan başka bir harekete kalkışmadı ve Aralık'ta Meclis-i Mebusan'ın açılışına dek Liberaller ile İttihatçılar arasında resmi olmayan bir ateşkes hüküm sürdü. Her iki taraf da, meclis aracılığıyla denetimi ele geçirmek umudu içinde beklemekten hoşnut görünüyordu. Seçimler 1908 sonbaharında yapıldı ve seçime İTC, Liberaller ve az sayıda bağımsız unsur katıldı. Cemiyet büyük bir çoğunluk elde etti. Liberaller payitahtta tek bir üyelik bile kazanamadılarsa da, umutlarını yitirmediler. Sait Paşa'dan sonra Sadrazamlığa getirilen ve Liberallerin adayı olan Kâmil Paşa, İngiltere'nin Babıâli'deki Elçisi Sir Gerard Lowther'a, meclis toplandığı zaman Cemiyet'in çoğunluğu sağlayamayacağı yolunda güvence veriyordu.
Cemiyet'i ciddiye alan pek az kişi vardı. Herkes -belki Saray hariç-Meşrutiyet'i getirdiği için Cemiyet'e minnettar olsa bile, Liberaller ve tutucu unsurlar, İTC'nin artık siyasetten çekileceğini ve yönetim işini bu işi bilenlere, yani Babıâli'ye bırakacağını umuyorlardı. Ama İttihatçıların niyeti başkaydı ve kısa zamanda Anayasa'nın bekçileri olduklarım ortaya koydular. Siyaset ve Kâmil Paşa'nın siyasal programı konusunda hükümete tavsiyelerde bulundular ve böylece Kâmil Paşanın Meclis-i Mebusan'daki konuşması İttihatçıların görüşlerini yansıttı... Kamuoyunu harekete geçiren ve Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesinden ve Bosna-Hersek'in ilhak edilmesinden sonra yapılan görüşmelerde hükümeti kesin bir tavır almaya zorlayan gene İttihat ve Terakki Cemiyeti'ydi. Cemiyet temsilcileri, hükümetin ve halkın sözcüleri olarak yabancı elçiliklere başvurdular ve İttihatçılar, İtilaf devletleriyle bir ittifak yapmak üzere Avrupa'ya bile gittiler. 1908'de İTC, Osmanlı hükümetinin ardındaki itici güç ve ülkenin siyasal yaşamındaki denetleyici unsur durumundaydı.
Kâmil Paşa ve Liberaller, doğal olarak, İttihatçıların faaliyetlerinden ve hükümete müdahale etmelerinden hoşlanmıyorlardı. Seçimlerdeki yenilgilerinden sonra bile bu durumu, bir kez meclis toplandı mı sona erecek geçici bir dönem olarak görüyorlardı. Bu arada Kâmil Paşa, kabinesine reformcu nazırları alarak İttihatçıları yatıştırmak yoluyla zaman kazanmaya çalışıyordu. Kasım'da İttihatçı bir milletvekili olan Manyasiza-de Refik Bey'i Adliye Nazırlığı'na, eski Makedonya Genel Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa'yı ise Dahiliye Nazırlığı'na getirdi.
Meclis-i Mebusan 17 Aralık'ta toplandığı zaman iyimser bir hava esiyordu; ama Liberaller, İTC ile Babıâli arasındaki ikiliği çözmekte kararlıydılar. Cemiyet içinde de Sadrazam'a güvenmeyen ve onu alaşağı etmek isteyen bir hizip vardı. Kâmil Paşa, ne de olsa sonuç olarak seçimlerde Liberallerin adayıydı ve onlar tarafından desteklenmekteydi. Üstelik ülke içi reform vaadini tutmamakla, "hem iç, hem de dış politikada yavaşlık ve beceriksizlikle ve Saray istibdadını hükümete aktarmakla" suçlanıyordu. Bulgaristan ve Avusturya ile anlaşma sağlanamamasının sorumlusu olarak görülüyordu ki, bu doğruydu ve bu görüşmeleri mecliste kendi durumunu güçlendirmek için kullanmakla eleştiriliyordu. Ancak İttihatçıların bu saldırılarına ve eleştirilerine karşın İTC, örgüt olarak, Kâmil Paşa'nın düşmesini istemiyordu.
Liberaller, Meclis'in Kâmil Paşa kabinesine verdiği güvenoyunu kendi partileri için bir zafer ve Cemiyet için de bir gerileme olarak değerlendirdiler. Kâmil Paşa'nın, mecliste Cemiyet'in durumunun zayıf olduğu şeklindeki değerlendirmesi doğrulanmış gibi görünüyordu. Özellikle Bulgaristan ve Avusturya'yla yapılan görüşmelerde ilerleme kaydedildiği bir zamanda, zaten kendilerinin olan iktidarı pekiştirmenin fırsatı çıkmış gibiydi.
Liberallerin iktidarı pekiştirme yöntemleri ise, Sultan'ın l Ağustos'ta yapmaya kalktığı şeyin aynısıydı: Silahlı kuvvetlerin denetimini ele geçirmek. 10 Şubat 1909'da Kâmil Paşa, Harbiye ve Bahriye nazırlarını azlederek yerlerine kendi adamlarını getirdi. Yeni atamalar Abdülhamit tarafından alelacele onaylandı. Selanik'te, Abdülhamit'in tahttan indirilmiş olduğu haberi bile yayıldı.Cemiyet, buna hemen, söylentileri yalanlayan ve durumun sakin olduğunu belirten bir açıklamayla cevap verdi. Ortaya çok ciddi bir siyasal buhran çıktı. Üç nazır, Kâmil Paşa'nın keyfi davranışını ve uygulamaya geçmeden önce kabine üyelerine danışmamasını protesto etmek için istifa etti. ittihatçı basın Sadrazamın davranışını en sert terimlerle mahkûm etti ve bu davranışı bir hükümet darbesi, Meclis'in haklarına bir tecavüz ve anayasal ilkelerin ihlali olarak niteleyerek Meclis'in derhal tavır almasını talep etti.
13 Şubat Cumartesi günü Sadrazam, nezaret değişiklikleri konusunda hesap vermek üzere Meclis'e çağrıldı. Kâmil Paşa Meclis'e, değişikliklerin dış politika sorunlarıyla ilgili olduğunu öne sürerek gensorunun Çarşamba'ya ertelenmesini isteyen bir not yolladı. Mebuslar, bunu, Kâmil Paşa'nın kamuoyu yaratmak ve durumunu güçlendirmek amacıyla zaman kazanmak için başvurduğu bir manevra olarak değerlendirdiler ve reddettiler. Paşa'ya yeni bir çağrı yapıldı ve reddedildi. Sabrı tükenen Meclis, Sadrazam'a 8'e karşı 198 güvensizlik oyu verdi. Bu arada Kâmil Paşa, Anayasa'nın 38. maddesine göre herhangi bir gensoruyu 17 Şubat'a dek erteleme hakkını hatırlatan üçüncü ve sonuncu bir not yolladı. Bu notta, davranışının dış politika gereklerinin bir sonucu olduğunu yineliyor ve mebusların konuyu daha fazla üstelemeleri durumunda istifa edeceği tehdidini savuruyordu. Eğer istifaya zorlanırsa bunun nedenlerini basında açıklayacağını ve Meclis'i, devletin uğrayacağı zararın sorumluluğu ile baş başa bırakacağını da ekliyordu. Ama bu, geç kalmış bir tehditti; Kâmil Paşa düşürülmüş ve ertesi gün Hüseyin Hilmi Paşa Sadrazamlığa atanmıştı.
Kâmil Paşa'nın düşürülmesi, İTC ile muhalefet arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktasıydı. Cemiyet, siyasetten çekilmesinin ve bütün iktidarı hükümete bırakmasının mümkün olmadığını anlamıştı. Bir ay önce Meclis, Kâmil Paşa'yı neredeyse oybirliğiyle desteklemişti; ikinci kez ise yalnızca 8 mebus onun lehinde oy vermişti. Kâmil Paşa'ya göre 60 kadar mebusa Cemiyet tarafından gözdağı verilmiş ve bunlar oy vermeden Meclis'i terk etmişti. Onun yenilgisi muhalefete, İTC'yi iktidardan uzaklaştırmak istiyorlarsa anayasal yöntemlerden başka yöntemlere başvurmaları gerektiğini açıkça göstermişti.
Kâmil Paşa'nın düşüşü ile 13 Nisan'daki ayaklanma arasında geçen iki ayda siyasal gerginlik iyice arttı. Bu gerginlik, muhalif basın ve İttihatçı basın arasında cereyan eden şiddetli kapışmada kendini gösterdi. İstanbul'daki İngiliz Büyükelçiliği ve İmparatorluktaki İngiliz çıkar çevreleri, hükümet değişikliğinin kendi itibarlarına darbe vurduğu düşüncesiyle İTC aleyhindeki koroya katıldılar. Muhalefet, İngiltere'nin destekleyici tutumunu kullanmakta gecikmedi ve İngilizce basında çıkan makaleler "halkın geniş kesimleri tarafından benimsenerek Cemiyet aleyhtarı basın organlarında yorumlarla birlikte yayımlandı". Büyükelçiliğin İttihatçı aleyhtarlarına manevi, sonra da fiili desteği, Türk politikasını etkileyen önemli etkenlerden birisi haline geldi.
Cemiyet ve hükümet, yasama önlemleriyle inisiyatifi yeniden ele geçirmeye çalıştılar. 3 Mart'ta,, herhangi bir gösteriden 24 saat önce yetkililere haber verme zorunluluğu getiren bir yasa çıkardılar. Hilmi Paşa, ayrıca basın özgürlüğünü kısıtlayan bir kararname çıkarmak istediyse de, bu önleme karşı öylesine sert bir muhalefet doğdu, ki, 25 Mart'taki oturumda öneri reddedildi. Sonunda Nisan başında hükümet, Sultan'a ve eski rejime fanatik bir biçimde bağlı olan Arnavut ve Arap Saray muhafızlarını Meşrutiyet rejimine bağlı birliklerle değiştirdi.
İttihatçılara karşı olan güçler de daha iyi örgütlenmeye başlamıştı: İttihad-ı Muhammedi 5 Nisan'da resmen kuruldu; daha önce Volkan gazetesinin sütunlarında zaten boy göstermiş durumdaydı ve 3 Mart'ta burada siyasal programı yayımlanmıştı. İttihat-ı Muhammedi, Ortodoks İslam’ın savunucusu. olarak ortaya çıkan aşırı dinci bir hareketti; modernleşmeye kesinlikle karşıydı ve milli birliğin İslam idealine dayanması gerektiğini öne sürerek şeriatın uygulanmasını savunuyordu. Teorik olarak İttihad-ı Muhammedi'nin, hem İttihatçıların, hem de İttihatçılara göre daha fazla "sosyal ilerlemeci" olan Liberallerin Batıcı reformculuğuna karşı olması gerekirdi. Ama olayların da sonradan ortaya koyacağı gibi Ittihad-ı Muhammedi, dini, yalnızca Cemiyet'e karşı bir siyasal araç olarak kullanmaktaydı. Tutucu ve dinci unsurlara seslenmekte ve gazetesi Volkan aracılığıyla geleneğe bağlı mebuslar ile ordudaki sıradan askerler üzerinde önemli bir etkide bulunmaktaydı.
Nisan başında İttihatçı aleyhtarı faaliyetine hız veren muhalefet, bir ayaklanmanın zeminini hazırlıyor gibiydi. Kâmil Paşa'nın iyice gecikmiş açıklaması 3 Nisan'da basında yayımlandı; ama Kâmil Paşa bu fırsatı, nazır değişikliğinin nedenim aydınlatmaktan çok, Cemiyetin, Meclis'in açılışından önce ve sonra hükümete yaptığı müdahalelere saldırmak için kullandı. İttihad-ı Muhammedi 5 Nisan'da. kuruldu ve iki gün sonra Serbesti gazetesinin başyazarı ve şiddetli bir İttihatçı düşmanı olan Haşan Fehmi, Galata Köprüsü üzerinde vuruldu. Muhalefet, bu cinayeti siyasi amaçları için kullanmakta gecikmedi. İTC gazeteciyi öldürtmekle suçlandı ve Hasan Fehmi'nin cenazesi, Cemiyet'e karşı isterik bir gösteriye dönüştürüldü. İttihatçılar, cinayetin kendi örgütleriyle ilişkilendirilmesini kınayan yan bir basın bildirisi yayınladılar; "suçlamayı reddetmeye gerek yoktu, çünkü zaten iftiradan ibaretti". 12 Nisan'da Hüseyin Cahit, Tanin'de "Birlik" başlıklı bir makale yayımladı. Liberallere, İttihatçılarla olan ayrılıklarının üzerine sünger çekerek gericilik tehlikesine karşı safları sıklaştırma çağrısında bulundu. Liberallerin bu çağrıya cevap verecek zamanı olmadı, çünkü 12-13 Nisan gecesi-ayaklanma patlak verdi. İstanbul garnizonu isyan ederek subaylarını etkisiz hale getirdi; askerler başlarında softalar olmak üzere Ayasofya Meydanı'na doğru yürüdüler ve şeriatın geri getirilmesini istediler. Hükümet istifa etti. Meclis-i Mebusan kargaşalık içine düştü ve Sultan da isyancıların taleplerini kabul etti; bir gün içinde düzen yeniden sağlanmış ve İTC iktidardan uzaklaştırılmıştı.
GENÇ OSMANLILARIN JÖN TÜRKLERE ETKİSİ
Jön Türkler, Genç Osmanlılar kuşağı ve devamı niteliğindedir. Genç Osmanlıların yazılarına, mücadelelerine ve amaçlarına bağlı kalmıştır
Jön Türkleri harekete geçiren Genç Osmanlılardaki aynı düşüncedir; “Bu devlet nasıl kurtulur?” Her iki grup da Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını engellemek için harekete geçmiştir. Genç Osmanlılar Tanzimat bürokratlarını, Jön Türkler ise II. Abdülhamit’i hedef almışlardır. Her iki grupta mevcut idareden memnun değildir ve yapılan ıslahatları kimi zaman yetersiz kimi zaman da aşırı batılı bulmuşlardır. Azınlıkların ayrılıkçı faaliyetlerinden; Büyük Devletlerin iç politikaya müdahalelerinden rahatsızdılar. Genç Osmanlılar hürriyet ve eşitlik ilkesiyle meşrûti idare ve anayasal sistem ve Osmanlı Devleti’nin birliğini Osmanlı ülküsüyle sağlamak istemişlerdi. Jön Türkler de aynı istekler doğrultusunda hareket etmişlerdir.
Genç Osmanlılar, Osmanlı Devlet bürokrasisinden yetişmişlerdi. Jön Türkler ise II. Abdülhamit idaresinin yüksek okullarında yetişmişlerdi. II. Abdülhamit, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın eserlerinin yasaklamasına rağmen bu kitaplar okullarda gizlice okunuyor; vatan ve hürriyet fikirleri konuşuluyordu. Bu eserler yetişen gençlerde mevcut durumdan hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı hissini yaratmıştır. Hocaları (Mizâncı Murat, Recaizâde Mahmut Ekrem) derslerde hürriyet fikirlerini aşılıyorlardı.
Jön Türklerde özellikle Namık Kemal’in yazılarının ve şiirlerinin etkisi büyük olmuştur. Genç Osmanlıların sürgündeyken onları Jön Türklere (Özellikle İttihat ve Terakki’ye) bağlayacak isimler vardı; İsmail Kemal Bey, Sami Paşazâde Sezai ve Murat Bey (Mizâncı
. Sezai Bey Genç Osmanlıların kullandıkları başlıklara eş başlıklarla makaleler yazmıştır.
Skalyeri-Aziz Bey Komitesinde faaliyet gösteren Ali Şefkati Bey, Namık Kemal’in Arkadaşıydı ve Avrupa’da ilk Jön Türk yayınını çıkartacaktı. Ali Şefkati Bey Avrupa’ya kaçtıktan sonra Hidiv İsmail’in özel sekreterliğini yapmıştır. (Hidiv İsmail’in Genç Osmanlılarla daha önce bağlantısı olduğu biliniyor.).
Jön Türkler, Genç Osmanlıları taklit ederek; hürriyetçi hareketin selâmetini Avrupa’ya kaçmakta görmüşlerdi.
Georgiades isimli bir şahıs, Namık Kemal’in Hürriyet gazetesi gibi, “Organede la Jeune Turquie”i ibaresini taşıyan bir gazete çıkarmış ve II. Abdülhamit’in Genç Türkiye Partisini ortadan kaldıramadığını ve partisinin ruhunun hala sönmediğini yazmıştır ki bu yazıyı takiben İttihat ve Terakki Partisi kurulmuştur. Selim Faris, Londra’da tıpkı Namık Kemal gibi hürriyet ardından bir gazete çıkarmış ve Kanun-i Esasi’nin tekrar yürürlüğe konmasını istemiştir.
Genç Osmanlılarla Jön Türkleri birbirine bağlayan bir diğer şahıs Halil Ganem’dir. Halil Ganem Meclis-i Mebusan’da Suriye Mebusu olup, meclis dağıtıldıktan sonra Türk-Suriye komitesini kurmuş ve faaliyet göstermiştir.
Genç Osmanlılar bilinçli olarak bütün aydınlara bir “vatan” bilinci aşılamaya çalışmışlar ve Süleyman Paşa’nın da yardımıyla askeri mekteplerde bir dereceye kadar başarılı olmuşlardır. Harp Okullarında bu ideolojinin izlerinin devam ettiğini Jön Türklerde görmekteyiz.
Jön Türklerin oluşumunda; mevcut baskı yönetimi ve Osmanlı Devleti’nin dağıtılması, Genç Osmanlıların fikir ve faaliyetleri, batılı fikirlerin önemli etkisi vardır. Jön Türkler; Genç Osmanlıların teşkilatlanmasını ve programlarını büyük ölçüde benimsemişlerdir.
Jön Türkler, Genç Osmanlılar gibi Karbonâri tipi teşkilatlanmışlardır. Cemiyet üyeleri numaralarla isimlendiriliyor ve bir reisin başkanlığında teşkilatlanıyorlardı. Jön Türklerin amacı halkın menfaatlerini ve cinsiyet, mezhep kavmiyet ayrımı yapılmadan bütün halkın birliğini sağlamaktı. Genç Osmanlılarla Jön Türklerin amacı Osmanlılıktır. Osmanlı birliği adalet, musâvât, hürriyetle sağlanacak; meşrutiyet idaresi altında temin edilecekti.
Jön Türkler, Genç Osmanlı hareketinin devamı niteliğindedir. Onların başlattığı meşrutiyet hareketini tekrar sağlamak, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını engellemek ve Osmanlı birliğini sağlamak için tıpkı fikir ataları Genç Osmanlılar gibi çalışmışlardır.
İKİNCİ MEŞRUTİYET
Padişah, Jön Türklerin eğilimlerine bir ödün olarak, Hürriyetin İlânından iki gün önce, Almanya yanlısı Ferit Paşayı azlederek yerine İngiltere yanlısı Sait Paşayı sadarete getirmiştir. Bu zatın kurduğu kabine geniş ölçüde eski nazırlardan oluştuğu için, on gün içinde birdenbire sansürden kurtulup özgürleşen basının eleştirilerine dayanamayarak istifa etmiştir. Yine Sait Paşanın kurduğu ikinci kabine ise, sadrazam ve şeyhülislâm gibi, harbiye ve bahriye nazırlarının da padişah tarafından atanacağım iddia eden bir Kanun-u Esasî yorumu yaptığı için, İ.T tarafından çekilmeye zorlanmıştır. Yeni hükümet, Sait Paşadan daha koyu bir İngiliz taraftarı olan Kâmil Paşa tarafından kurulmuş ve anayasaya bağlılık andı içerek geniş kapsamlı bir düzeltim programı ilân etmiştir. Örgütleri esas itibari ile Selanik ve Manastır gibi Rumeli şehirlerinde üslenmiş bulunan Cemiyet de, bu durumda perde arkasında kalmayı yeğlemiştir. Fakat hükümet programının öngördüğü tüm kamu hizmetlerinin yeniden örgütlenmesi tasarısı yerleşik çıkarlarla çatıştığı için daha ilk adımlarında tökezledikten başka, devletin başına dış ve iç gaileler de çıkmıştır. 1908 Ekim ayının ilk haftasında, henüz hukuken Osmanlı egemenliğinde olan Bulgaristan bağımsızlığını ilân, Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek'i ilhak etmiştir. Girit de Yunanistan'a bağlandığını açıklamıştır. Aslında, Bulgaristan olsun, Bosna-Hersek ve Girit olsun, fiilen çoktan elden çıkmıştı. Fakat, İkinci Meşrutiyetin daha üçüncü ayı dolmadan ard arda gelen bu saymaca kayıplar yeni yönetim için itibar kırıcı olmuştur.
Hepsi İ.T adaylarından oluşan Meclis-i Mebusan, Ağustosta sadrazam olan Kâmil Paşaya 13 Ocak 1909'da oybirliğiyle güvenoyu vermiş; fakat onun Cemiyeti hiçe sayan, özellikle orduyu siyasetten ayırmaya çalışan bazı davranışlarından ötürü, tam bir ay sonra, ezici bir çoğunlukla hükümeti düşürmüştür. Yukarıda değinilen dış bunalımlara koşut olarak, İstanbul'da da birtakım gericilik hareketlerinin baş göstermesi, benimsetilmeye çalışılan rejimin bazı halk kesimlerince dine aykırı bir yenilik sayıldığını ortaya koymaktaydı. İT' ye İslamcı karşıtlıkta, bu derneğin önceki gelişiminde Masonlukla işbirliği yapmış olmasının, şimdi de lâikliğe eğilim duymasının payı vardı. Kâmil Paşanın yerine sadarete geçen Hilmi Paşa iktidarının ilk günlerinde, ilmiye talebesinin askere alınmama ayrıcalıklarının kaldırılması, bu grubun İT'ye karşı etkin bir muhalefet başlatmasına yol açmıştır. Ordunun içindeki mektepli-alaylı ayrımı ve Harbiye Mektebi mezunlarının lehine, doğru dürüst bir askeri eğitim görmeden, erlikten, erbaşlıktan yükselen alaylı subayların tasfiyesi, bunların ve bu yolla subaylığa yükselmeyi uman çavuşların hoşnutsuz edilerek dinsel tepki cephesine itilmeleri sonucunu vermiştir. Nisan ayı başlarında İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin Ayasofya camiinde okunan bir mevlüt ile kurulmasından birkaç gün sonra, muhalif Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi'nin İ.T tarafından gizlice düzenlenen bir cinayete kurban gitmesi, katilin bulunamaması ve yapılan kalabalık cenaze töreni, İT' ye karşı genel bir kalkışmanın habercisi olmuştu.
31 MART OLAYI
Meşrutiyetin İlanından sonra seçimlerle İtihad ve Terakki iktidara geçmemekle beraber perde arkasında da kalmıştı. Partinin asker ve sivil üyeleri bu sayede kısa sürede, çıkarları için bu durumdan yararlandılar.Partinin hükümetin işlerine müdahalesi ise bir çok aydını kızdırdı.Yurt dışından dönen diğer Jön Türk üyeleri muhalefete geçtiler. İ.T’ ye muhalif yeni partiler kuruldu.
1-Fedakaran-ı Millet Cemiyeti,
2-Osmanlı Ahrar Fırkası,
3-Osmanlı Demokrat Fırkası,
4-İttihad-ı Muhammedi Fırkası: Özellikle Said-i Kürdi, Derviş Vahdeti gibi isimlerin bulunduğu Hoca ve Şeyhlerin partisi bunların en önemlileriydi.
31 Mart ( 13 Nisan 1909) olayı, asker-softa bağlaşması aracılığıyla, muhalefetin yaptığı. sonuçsuz kalmış bir hükümet darbesi girişimidir. Burada, muhalefetten kasıt, 1908 Eylül başında kurulan Prens Sabahattinci Ahrar Fırkasıyla onun dinci kolu İttihad-ı Muhammedi Cemiyetidir. Fakat ilk anda İ.T gücünü gösteremeyip muhalifler de başarı sağlayamayınca, meydan padişaha kalmış, sonradan da bu nedenle sorumluluk onun üstüne yıkılmıştır. Ayaklanma bastırıldıktan sonra, muhalefetin araç olarak kullandığı Derviş Vahdetî gibi kimseler cezalandırılırken, asıl kışkırtıcıların koğuşturulamaması, onları destekleyen İngilizlerin baskıları nedeniyledir.
Mahmut Muhtar Paşa komutasında bulunan İstanbul'daki 1. Ordu, Harbiye Nazırının gösterdiği çekingen tutum nedeniyle, ayaklanıcılara karşı pek bir şey yapamazken, Selanik'teki Mahmut Şevket Paşanın komutasında bulunan 3. Ordudan «Hareket Ordusu» adı verilen bir mürettep fırka ayrılarak, başına Hüseyin Hüsnü Paşa, kurmay başkanlığına da Kolağası Mustafa Kemal Bey getirilmiştir. Türk, Bulgar vb. sivil çetecilerin de katıldığı bu kuvvet, hemen demiryoluyla İstanbul üzerine sevk edilmiştir. Bir hafta sonra, Hareket Ordusu Çatalca' da yığınak yaparken, Meclis-i Umumî, yani Ayan ve Mebusan heyetleri de' Ayastefanos'ta ortak toplantılar yapmaya ve padişahı hâl yollarını aramaya başlamışlardır. Mebusların hemen hemen tümü İT adayı olarak Meclise girmiş bulunmakla birlikte, Hareket Ordusu İstanbul kapılarına gelinceye kadar, bu partiye sıkı bir bağlılık göstermemiş, ayaklanma başarıya ulaşacak gibi göründüğü sıralarda âsilerle uzlaşıcı tutumlar takınmışlardı. Askerî bastırma harekâtından sonra ise, II. Abdülhamid'i tahttan indirmek için oybirliği etmişlerdi. Yine de, padişahı devirmek için İslâm hukukuna göre bir fetva hazırlatılmıştır. «Fetvada Abdülhamid'e isnad olunanlar şunlardır: 1) Şer'i kitaplardan bazı şeyleri çıkartmak ve bu kitaplardan bir takımlarını yasaklayıp yaktırmak. 2) Beytülmalde israf, 3) Şer'i neden olmadan adam öldürtmek, hapsetmek ve sürmek gibi zulümler, 4) Doğru yolda yürüyeceğine ant içmişken, bu ant dan dönmek ve büyük fitne ve katliam yapmak. Ayrıca, fetvada memleketin birçok yerinde Abdülhamid'in tahttan indirilmiş kabul edildiği de anılıyordu. Bu durumda, saltanattan feragat yada tahttan indirmek şıklarından birini seçmek, 'erbab-ı hail ü akd ve evliya-yı umur'a bırakılıyordu.» Fetvanın iftiradan başka bir şey olmayan özellikle ilk maddesi, bu devrimcilerin işlerine gelince, dini kendi isteklerine âlet etmekten çekinmediklerini göstermektedir!) Bu formüldeki «çözüp bağlamaya yetkili olanlar ve işleri yürütenler», Meclis üyeleri sayılmış, onlar da padişaha istifa teklif etmeye yanaşmayarak, doğrudan doğruya onu hâle gitmişlerdir. Böylelikle, padişahın 14 yaşındaki kardeşi, Veliaht Reşat Efendi, V. Mehmet adıyla tahta çıkarılmış ve gerçekten meşrutî gereklere uygun yumuşaklıkta bir sultan olmuştur. İngiltere bu gelişmelerden memnun olmadığı gibi, 31 Mart’ı da gericilik ılrak kabul etmemiş,Hatta Hareket ordusuna da karşı çıkmıştı. 13 Nisan’da (31 Mart) başlayan gerici ayaklanmayı fırsat bilen Ermeniler de Adana çevresinde olaylar çıkartmışlardı.Bu olaylar bastırılabilseydi de 20.000 insanın ölümüne sebebiyet vermiştir.
İkinci Abdülhamid'in sekiz ay süren İkinci Meşrutiyeti, önemli bir icraat yapılamadan geçmiştir.
KAYNAKÇA
• Ahmad, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu,Çev. Yavuz Alogan, Ankara 2002.
• Akşin, Sina, 100 Soruda Jön Türkler Ve İttihat Ve Terakki, İstanbul 1980.
• Akşin, Sina, Koçak, Cemil, Özdemir, Hikmet, Boratav, Korkut, Hilav, Selahattin, Katoğlu, Murat, Ödekan, Ayla, Türkiye Tarihi 4 “Çağdaş Türkiye 1908-1980”, İstanbul 2002.
• Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara 1995.
• Aybars, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, C.I, İzmir 2005.
• Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978.
• Edmondson, Ramsaur Ernest, Jön Türkler Ve 1908 İhtilali, Çev. Nuran Ülken, İstanbul 1972.
• Hanioğlu, Şükrü, Bir Siyasi Örgüt Olarak Osmanlı İttihat Veterakki Cemiyeti Ve “Jön Türklük”, C.I, İstanbul 1987.
• Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. V,Vı,Vıı,Vııı, Ankara: T.T.K., 1995.
• Köni, Hasan, Tunalı Hilmi Bey, Jön Türklerde Yeri Ve Devlet Düşüncesinin Belirlenişi, Ankara: T.T.K. 1994.
• Kuran, Ahmet Bedevi, İnkılap Tarihimiz Ve Jön Türkler, İstanbul 1945.
• Mardin, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-190
, İstanbul 1985.
• Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi, İstanbul 1991.
• Shaw,Satnford,Osmanlı İmparatorluğu Ve Modern Türkiye,Cilt Iı,İstanbul 2006
• Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Ankara,T.T.K. 1991.