kalp11 (Ziyaretçi)
| | YARHİSAR KALESİNİN TAŞLARI
Üç haftadır sahurdan hemen sonra yola çıkıyorduk. İlk günler amcamla birlikte gitmek için can atıyordum, ama artık ne çığlık çığlığa kayıp giden motorlu ne de borusu beyaz kireçle sıvalı su tulumbasına öksürüğü andırır küf küf sesleriyle yanaşan karatren lokomotiflerinden hoşlanıyordum. Günlerdir gördüğüm şeyler, soframıza gelen yemekler kadar değişmez olmuştu. Öğleden önce Karaköy'e varmalı, bazen yüzlerce arabayı bulan kantar önü kuyruğuna eklenmeli, sıramız geldiğinde de tartı verip pancarları vagona bosaltma-lıydık. Sonra köye dönüş başlayacak, yatsı ezanında evimize ulaşacaktık, ama sahurda yeniden gerisin geri dönecektik. Artık gitmek istemiyordum. Bunu söylediğimde annemin yüzü asıldı, «Amcana faydan dokunmasa götürür mü seni?...» diye çıkıştı. Daha sonraları hasta olduğumu, başımın ağrıdığını, karnımın sancıdığını söyledim; ama fayda etmedi. Çaresiz, bu usanç veren gidip gelmelere katlanacaktım. Hoş, yaptığım şey işten bile sayılmazdı. Arabanın üzerine oturuyor, bazen amcamın yedeğinde huysuzlanan hayvanlara bir iki çırpak sallıyordum. Hepsi buydu işte!
Bu zorâkî yolculuğun tek hoşlandığım tarafı, Karasu boyuna vardığımızda amcamın söylemeyi âdet hâline getirdiği bir türküydü. Sesi, gür ve yanıktı; karşıdaki kayalıklara çarpıp geri gelen türkünün nakaratında ise celallenir, taş parçacıkları gibi fırlar giderdi. Bana öyle gelirdi ki, diğer kısımlarda hıçkjrığı andırır yankılanışı, beli zedelenmiş yılan gibi sürüne sürüne giden Karasu'nun çığlığıdır...
Amcamın gözlerindeki yaş parıltılarını gördüğümde donakaldım. Yine aynı yerdeydik; ve amcam o türküyü söylüyordu yine.
«Pusu kurmuş kahbe dölü görmedin,
Şükür olsun namusunu vermedin, Obamızda misafirsin ölmedin,
Al bağlayıp gülemedin gelin oy!...»
Karasu'nun akıttığı, bin parçaydı; Karasu'ya bağır dökmüş kayalıklar bin parça, amcamın gözlerinden akan yaşlar, bin parça!... Türkünün geri kalanı boğazını yırta yırta döküldü. Gözyaşlarımı tutamadım ve ağlamaya başladım. Amcam beni unutmuş, adımlarına uydurduğu başını iki yana sallıyordu habire. Sesimi duymuş olacak ki, birdenbire durdu. Bileğine sardığı yular iplerini boyunduruğa bağlayıp yanıma geldi. Gözleri kızarmıştı. Kollarını uzatıp beni kucağına aldı. Saçlarımı, o enli ve sert elleriyle karıştırararak, «ağlama...» diye söylendi, «ağlama artık!...» Lâkin, yumuşamış ve sivriliklerini kaybetmiş sesi, hâlâ parça parçaydı. Bağrımda toplayabildiğim soluk kırıntılarını birbirine ekleyerek sordum: «Neden ağladın?...» Amcam şaşırır gibi olmuştu. Belli ki bir koca adamın ağlayacağını aklı kesmiyor; kendi hâlinin farkına yeni yeni varıp şaşırıyordu. «Şey...» diye mırıldandı, «ben mi ağladım?. Hadi canım sende, buna ağlamak denmez ki!...» Cevâbına aldırmayıp yeniden sordum: «Ya gözlerin?.» Elini başımın çevresinden yüzüne erişiti-rip yokladı. Belli ki parmağına sıvanan yaşlara dokunmaktan olacak, adetâ irkildi; sonra o kabarık omuzları düşüverdi. Beni yerime bırakıp, öküzlerin önüne geçti, yürüdü. Nice sonra, kolunu Karasu boyunda yükselen kayalığa uzatıp, «görüyor musun?» dedi, başını çevirmeden, «şu kayaları görüyor musun?.» Başımı salladım. Görmedi bile. Devam etti: «Eskiden buralarda gürgen ağaçları varmış ki, hey babam, cümle âleme gölgelik... Hem Karasu dediğin de o zamanlar Karasuymuş!. Bu ne ki?. Karasu, Karasu iken, yâni eskiden, sesini duyarmışsın Söğüt çukurundan, Pazarcık derbendinden! Öyle gürmüş!. Yonancılık-ta, hani Yonan geldi ya bizim buralara, işte o zaman nice canlar kurtarmıştır bu Karasu. Can dedimse, ölmelik değil haa!... Namus yâni. Ölmek hoş şeydir o zaman. Lekeden iyidir, ölmek!... Hayırlı ölüm yâni...»
O günden sonra, amcamı daha çok sevdim. Onunla gitmemek için artık en küçük bir bahane aramıyordum. Amcam, herbir şeyi anlattı bana. Hem türkü söyledi, hem anlattı. Sonra, Karasu boyundaki kayalıklara geldiğimizde, ikimiz birden başlar olduk aynı türküyü söylemeye...
«Yarhisar kalesinin taşları,
Karasuya konak olur, gelin oy!...
Ayçamızın hilâl gibi kaşları,
Yıldızlara durak olur gelin oy!...»
Yalvarır yakarır, söyleyeceği herbir cümleyi ezbere bildiğim halde hâdiseyi amcama tekrar tekrar anlattırırdım. Kırmazdı; her seferinde gözleri buğulanarak, iç çeke çeke söylerdi:
«Bizim Pazarcık var ya, hani şu Ahi dağının beri yanındaki kasaba, işte onun öte yanında bir köy vardır. Adına Bakraz deyiveririz ya, işte o... Gerçi şimdilerde herşey modaya uyup değişiverdiğinden, bu Bakrazın da adı değişmiş ya, neyse!... O zamanlar, yâni Yonancılıktan evvel, işte bu Bakraz da yaman Bakrazmış haa!. Her evin kapısında atlar varmış ki, beşer onar.. Karavışal tüyleri, ışıl ışıl öyle. Sonra, alev gözlü, kurt belli köpekler ki, cangalçangaH.Ee, bunlardan belli değil mi,sürü sürü koyun, keçi, sığır.Öylesine varlıklıy-mış yâni. Sonra, bizim oranın Yörüğü tutkun millettir hani. Diyeceğim, bu Bakrazın Yörüğü, ya hep zengin ya hep fakirdir oldum olası. Kırk koyunu olan, içlerinden el tutmacasına birini şöyle ayırır, başım gözüm üzre diyerekten verecek fukara aramış eskiden. Bakrazın Yörüğünde, kaç kırk koyun, kaç kırkın biri koyun vardır kimbilir!. Ee, fukara ne gezsin, Allah sözünün izini güden Bakraz Yörüğünde. işe bak hele, ne diyorduk nereye vardık!.
Her ne ise, işte bu Yörükler, Ertuğrul Gazi var ya, hani türbesi vardır bizim Söğüt'te işte onu dedeleri bilirler. Hem de öyledir. Yaman adammış oğlu Osman!. N'apmış biliyor musun, bu Osman?. Misafir olduğu evde yatak sermişler altına, çarşafları kar akı, yastıkları menevşe, çiğdem işlemeli... Amma, odada, görmüş ki Kitabı Şerif var, tövbe sırtını bile dayamamış duvara, yatmaktan geçtim. İşte Osman, bu Osmandır!. Babası da Ertuğrul. Yâni bizim Bakraz, Yörüğünün dedemiz dediği. Yörükler, akraba canlısıdırlar, hatırnazdır-lar. Dostu da, düşmanı da unutmazlar kolay kolay. Ee, dedemiz dedikleri Ertuğrul'u unutacak değiller ya, her sene güzün oldu mu, çoluk çocuk, ihtiyar moruk dökülürler Söğüt çukurluğuna. Mevlidler okutup dualar ederler ki hele bir de sofra açarlar ki; hele hele güreşler tutup atlar yarıştırıp, ciritler oynarlar ki; şöhreti yaban ellerini tutmuştur, hem de Dersaâdete bile varmıştır. Türküler söyleyip ağıtlar düzerler ki, değme aşık ben de varım diyemez yanlarında. Bir de yanık seslidirler ki!. Her neyse, işte bu Bakraz Yörüğü, haa, onu da sokuverelim buraya, öteki Yörük oymakları da gelir onların yanıbaşına tabiî. Akkeçilisi, Tekelisi filân... Bu Bakrazlılar, Karakeçeli Yörüğündendir de. İşte onlar, bu Er-
tuğrul'un türbesine, her güzün gelmezlerse olmaz. Gün döner, Kasım geçer, kar yağmayı unutur da, Yörük Söğüt'e gelmeği unutmaz.
Unutmasına unutmaz ya, Yonan da kahbeliği unutmaz. Çok Rum vardı eskiden buralarda. Karasu boyuna konmuş ki kara dinliler, bezirgâncılk babalarının işlemeği. Yonan çıkıp gelene kadar, bu Rum'un yanında bizim Türk gibi has insan, has müslüman yoktur. Birbirleriyle hırlaşırlar da Türk'nen kumru gibi sevişir, can ciğer kesilirler öyle. Ee, ne demişler: Asıl azmaz, nesil azar. Tüfeği ışıldak süngüsü keskin Yonan askerini görüve-rince, bizim buranın Rum'u göbek atmağa kalkışıvermez mi?. Vay kahbe dölleri, vaayl. Müslüman sarığı kapmak, minarelere taş atmak, camii duvarlarına necasetlerini bulamaktır, gırla gider. Azıcık dikeliversen, Yonan askeri, tak kapı ki, zulümün bini bi para!. Zor günlerdi, zoor!. Ben kendi gözümle görmedim Allah var!. Amma, görüp söyleyenlerin belleri eğriyse de, sözleri doğrudur, hakçası. Ne ise...
Derken, yaz geçer, güz gelir. Bakraz Yörüğü, yola koyulur tabiî. Sürü kaldırılır, bulgurlar devşirilir, ki Ertuğrul dedelerine Fatiha okuyalar. Vaay sen misin, dağdan ovaya inen, tümen tümen Yonan askerini yanlarına alıp Karasu boyunda karşılarına dikilivermez mi bu bizim su boyu Rumları?. Yörükler şaşırır, baş kaşır, uhlarlar ki, n'etmelil. Yâ Allah deyip dövüşemezler; çünki onüçünü aşan erkekleri harbe gitmiştir. Geri dönmezler; çünkü, türbede yatan dedeleridir. Aklı erenleri beri gelip, bizim Rumlara seslenirler: «Yahu bulamacı Hristo, ula yırtımcı Alaksi, len Topal Yakop, etmen eylemen yahu!, isim isim, tek tek bilişirler herbiriyle böyle... Lâkin, ohoo... Rum ununu elemiş, eleğini asmıştır bir kere. Dinlemezler Yörüğün, yalvarını yakarını. Üstelik Yonan askerine de aldırtırlar davarını bulgurunu. Bir güzel soyarlar öyle... N'etsin Bakrazın Yörüğü?. Gözlerini sile sile döner gider gerisin geri, bir iki yıkık beygirle filân...
Gitmesine gider ya, gençlik denen deli kan, uysal uysal duruverir mi?. Genç dedim ya, erkek değil tabii. Kızcağızlar, gelinler, bir de onüçüne ermemiş sübyan oğlancıklar yâni. Şimdi diyeceğim de' koynuna kocasını üç günce alabilmiş bir gelin. Ayşa Gelin!. Hani türküsü var ya, işte o!. Azıcığını deyivereyim şimdi:
«Ezanlar okunsun bu çan n'oluyor. Obamıza yâdlar niye doluyor, Her eli değende güller soluyor. Gonca güller deremedin gelin oyy..”
İşte bu gelin, Ayşa Gelin, Rumların önünden çekilip gerisin geri dönmeyi umuruna yedirememiş, «Vay demiş, hey vaay,» demiş, «baldırı çıplak kopil mi Dedem'e varmama engel olacakmış?.» Böyle demiş, geceleyin, biryerlerde konakladıklarında, usulca yedeğine bir at alıp sıvışmış. Sonra da üzerine atlayıp basmış kamçıyı. Hem de Rum köylerinin ta içine vurmuş... Rüzgâr olup geçmiş. Gündoğarken Söğüt'e varmış. Diz çökmüş Er-tuğrul'un mezarı başında. Ağlamış, af dilemiş. Üç kul'nuvallâhi bir elhâm okumuş... Bahtsızın bildiği bunlarmış. Sonra gerisin geri dönmüş. Dönmüş ama, Karasu'ya gelende ortalık ağarıvermiş. O topuğu ıslak Yonan tek başına bir tazeyi görür de ne yapmaz?. Önüne geçmişler, dur demişler. Ayşa Gelinde o göz var mı?. Yaslanıvermiş atının boynuna, sıyrılmış geçmiş aralarından. Geçmiş ama, delik demir denir ya hani, Yonan köpeğinin biri, mavzerini doğrultup atını vurmuş Ayşa Gelinin. Koşup yetmiş düzineyle asker. Yerli rumlar da öyle seyre bakarlarmış. Ayşa, bakmış ki, kurtuluş yok, koşup Karasu'ya atmış kendini. Yüzlerce değirmen döndüren, bağlar sulayan Karasu, şuncacık Ayşa Gelini yutamamış. Belli ki, kıyamamış bunca güzel geline!. Varıp sürüye sürüye sudan çıkarmışlar, öte yanındaki gürgen gölgesine götürmüşler. Niyet belli!. Ayşa Gelin, ağaca sarılmış, tüngüyüp dallarına ağmış. Arkasından da köpekler tırmanmaya başlamış lâkin... Çıkmış, çıkmış, çıkmış... Sonra bırakıvermiş kendini aşağıya. Gürgen dediğin minare yarısı, öylesine yüksek. Lâkin öldürmeyen Allah, öldürmez!. Herbir yanı kan revân Ayşa Gelin, bakmış ki daha diridir, ve hem de diriyken bedenine yâd eli değmek üzeredir yel olup bayıra ağmış. Eskiden, Yarhisar derler bir kale varmış burada. Bu taşlar ondan kalmadır... Tırmanmış tepesine. Yonan köpeği, iz süren avcı iti!. Peşinden gelirmiş hâlâ. Ayşa Gelin, Yâ Allah demiş, Bismillah demiş, Allâhüekber demiş. Sonra seslenmiş: «Ahmediim!. Duy yiğidim!. Koma âhımı bu köpek soyunda!...» Böyle demiş, arkasından da Karasu'ya atıvermiş kendini. Yarhisar dediğin yer üç minare boyu. Avuç içince bütün yeri kalmamış Ayşa Gelinin. Bakrazlı bunu duymuş, hem de ağıt etmiş ki hâlâ söylenir türkü gibi:
«Eli bağlanmış neylesin Sultan,
Bozulmuş dirliğin gidiyor vatan,
Ertuğrul Ata'ya ağıtlar yakan,
Ayşa'mızdın, gelemedin gelin oy!...»
Ayşa Gelin can verir de düşman yaşar mı? Ahmed'i bırak, kendi kendine yetmiş Rum. Korkudan pılını pırtısını omuzlayıp göçüp gitmişler buradan. Amma öfkesini de alacağı kadar almış Yörük oğlu!
«Salla Yunan sallasana dilini
Unuttun mu Ayşa'mıza ettiğini?...»
Böyle diye diye... Çevire çevire hem de... Dirilte, öldüre!...»
Amcam bir başladı mı, arkasını getirirdi. En çok hoşlandığım da, Ayşa Gelinin öcünü aldıkları bölüm olurdu. Gözümün önüne gelirdi herbir şey. Obalar, türbe, su ve kayalar. Katranı tükenen dingil, tekerlerin her dönüşünde yanık yanık gıcırdardı. Ayşa Gelini ağıtlar sanıp, dişlerimi gıcırdatırdım. Hemen aşağıya iner, öküz boynuzundan katranlığa horoz kuyruğunu batırır, tekerlere sürerdim. Alaca karanlıkta, kayalığın en yukarısındaki taş parçasını, kollarını açmış, boşluğa atlamak üzere olan al duvaklı bir geline benzetirdim bir de... Bu arada amcam söyleniyor olurdu: «Yok canım, eskiden beri çok kancıktır bu Yonan... Şimdilerde, içimizde de nice Yonanlar var ya, o başka!...» Ben, o sıra, Ayşa Gelini kovalayan Yonan askerlerine, taş sandığım pancarları birer ikişer fırlatmaya davranır, suda çıkardıkları cump sesleriyle birlikte gülmeye başlayan amcamın sesini duyar, irkilip kendime gelirdim. Arabanın üzerinde dikilmiş, elimde iri bir pancar, öte yanımda Karasu ve hemen ileride Yarhisar Kalesinden kalma taşlar... Bir de vızırt vızırt geçen taksiler; çıplak kollarını, direksiyon başındaki erkeklerin boynuna dolamış başı açık kadınlar... İşte o zaman Karasu'nun rengi kızıllaşır, kana dönerdi. «Ayşa Gelin’in kanı bu kadınlardan daha mı bir başkaydı...» diye düşünürüm hep...
|